21 Nisan 1924’de, daha Cumhuriyet bir yaşına girmeden İstanbul Üniversitesine tüzel kişilik tanındı: Müsbet bilim hangi yolu gösteriyorsa onu benimsiyebilecekler ve kararları kendi yetkili kurulları verecekti. Bir bilim kuruluşuna verilmesi doğal, hatta zorunlu olan bu hak, 1868’de İstanbul’da ilk Darülfünun (Üniversite) kurulduğu zaman başa gelenler hatırlandığında nelerin arkada kaldığı değerlendirilebilirdi. Olay şuydu: ünlü İslâm Bilgini ve Filozofu Cemaleddin Efganî ile, devrin tanınmış müsbet ilimler üstadı Hoca Tahsin Efendi havadan yoksun bir ortamda canlıların yaşıyamıyacağı'nı isbat için, bir fanusun içine güvercin koyarak havasını boşaltma tecrübesi yaptılar. Canlıların havasız yaşıyamıyacağını isbat etmişlerdi, ama,MEDRESE’liler ayaklanmış, sebebler ne olursa olsun hayat- ölüm gibi Tanrı takdîrine bağlı konularda deney yapılmasının şer’an caiz olmadığını iddia etmişler ve Üniversiteyi kapattırmışlardı. Kapılar, yirmiyedi yıl kapalı kaldı. Tekrar açıldığında da adı Dârülfünûn, yâni Üniversite olmadan açılmıştı. Her yüksek öğretim kurumu, öğretim yaptığı dalın sonuna bir "Şahane" tabiri ekleyerek açılabilmişti: Tıbbıye-i Şâhane Mühendishane-i Şâhâne, Harbiye-i Şâhâne gibi... Cumhuriyete kadar da bir tüzel kişilik veya özerklik düşünülmemişti.
Çünki öğretim İKİ BAŞLI idi: Maarif Nezaretlerinin kararlarının dinî tedrisat (yâni medreselerden ayrı düşünülebilmesi mümkün değildi.
Öğretim birliği bu ikibaşlılığı kaldırmıştı.
insan olmanın her zaman için kendinden başka bir şeye, ya da bir insana-gerçekleştirilecek bir anlama, karşılaşılacak bir insana, hizmet edilecek bir davaya, ya da sevilecek bir insana- yönelmek olduğu yolundaki antik ant- ropolojik gerçeğini anlıyorum İnsan, sadece varoluşundaki bu kendini aşmayı gerçekleştirdiği zaman gerçekten insan, ya da
Bu ihanet duygusunun arka planında ne olduğunu anlamak önemlidir. Gandi'nin Hindistan'a dönüşünden ve Savaş'tan sekiz sene önce Henry Nevinson, 1908'de Hindistanlıların İngiliz idaresinden neden memnun olmadıklarını ortaya koymuştu: "Hindistan'daki huzursuzluk Bengal'i ayırma planına karşı Hindistanlıların
Kendi tarih tezi unutulup gidiyor mu? Atatürk unutulmasını istediği halde hayır! Dalkavuklar Atatürk öldükten sonra devam ediyorlar.
Sonraları, hattâ maalesef başbakan bile olmuş bir profesör vardır, Şemsettin Günaltay; “Türk Tarih Tezi Hakkındaki İntikatların Mahiyeti ve Tezin Kat’i Zaferi” diye bir makale bile yazıyor Atatürk’ün öldüğü sene.
Balfour Deklarasyonu, denebilir ki, Chaim Weizmann'ın eseridir. Weizmann 1874'te Rusya'da doğmuş. Berlin'de üniversite öğrenimini tamamlamış ve Cenevre Üniversitesi'nde Kimya hocalığı yapmıştır. Daha sonra Manchester Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Weizmann, 1910 yılında İngiliz vatandaşlığına geçmiştir. Birinci
Nasyonal Sosyalist “eğitim devrimi”yle yeni bir üniter yapıya kavuşan okullarda
klasik özerklik kavramını ortadan kaldıran Nazilerin hazırladığı yeni Yüksek Öğ retim Kanunu doğrultusunda, öğrencilerin ulusal ve ülkücü bir zihniyet içinde militarist esaslarla talim ve terbiye edilmesi öngörülüyordu. Heidegger bu yeni öğretim kanununu kesinlikle destekliyordu: “Alman üniversite öğrencisinin özgürlük
kavramı, şimdi yeniden kendi hakikatine ulaştırılmaktadır”
Klasik dönemin kurucusu olarak Fatih Sultan Mehmet'i kabul ediyoruz. Modern dönemin kurucusu olarak da (en azından başlatıcısı olarak) II. Mahmut'u kabul edebiliriz. Kuşkusuz modernleşme uzun bir süreçtir; pek çok padişah ve devlet adamı buna katkı vermiştir. Ancak süreci sistematik olarak başlatan padişah olarak II. Mahmut'u kabul
Ebeveyn kontrolcülükten kaçınmakla kalmayıp, özerklik duygusunu deneyimlemesi için çocuğa destek de verdiğinde, çocuk, söylenenleri yapmaya ve uygunsuz davranışlardan uzak durmaya daha yatkın olmaktadır.
Aile ile ilgili karar süreçlerine dahil edilen ergenlik dönemindeki çocuk ise ebeveynlerine daha fazla güvenmekte ve inançları ile düşüncelerini onlara daha kolay açmaktadır. Ayrıca, kendisi ile ilgili olumlu düşünceler beslemekte, okulu daha çok sevmekte, daha zor ödev ve projeleri seçmekte ve dışarıda da beladan uzak durmak konusunda daha dikkatli davranmaktadır. Üniversite öğrencilerine gelirsek, ebeveynleri tarafından bağımsız olmaya teşvik edilenler daha büyük özgüven duymakta, zorluklar ve başarısızlıklar karşısında ise pek kolay yılmamaktadır.
Beklemek bilmem kaçıncı sayfada,
Bakınmak giden gelen yolların satırlarında.
Akılda hep söylene gelen düşünceler,
Vakti sıkıyor sanki,
Yaş geldikçe.
Birkaç yaşlı ve biraz genç,
Göz göze binlerce analizler.
“üniversiteye dışarıdan, çarpık bir demokrasi anlayışına dayanarak müdahale etmeye kalkacak kişiler dünya üniversiteler tarihini iyi okumalı ve üniversitenin bir toplumdaki yerini iyi anlamaya çalışmalıdırlar. Avrupa heveslisi politikacılarımıza Avrupa tarihinden bir yaprak: Fransa'da Paris Üniversitesi rektörünün Piskopos ve Parlamento ile aynı sırada yürümesini gelin günümüz Türkiye’sine tercüme edelim: Böyle bir çeviri Meclis Başkanlığıyla (tüm üniversitelerin başı olan) YÖK Başkanlığı’nı aynı hizaya getirir (laik bir ülke olan Türkiye’de Paris Piskoposluğunun karşılığı yoktur; bu, bir memuriyet makamı olan Diyanet İşleri Başkanlığı değildir), üniversiteler üzerinde YÖK dışında hiçbir otorite tanımaz ve YÖK Başkanı’nın seçimini de yalnızca üniversitelere bırakır! Uygarlığı gerçekten istiyorsak, onu tüm kurumlarıyla almalıyız, her hükümetin yalnız kendi işine gelen taraflarıyla değil. Eğer böyle yapılmazsa, işi bilgi vermek olan üniversite haklarını ve yerini gereken kişi ve mercilere hatırlatıverir.
Bir de çok sıkılıp “genel aforoz” yolunu seçerse, seyreyle sen gümbürtüyü!”
Laik eğitimi, dini öğretiden ayıran sınır özerkliktir. 1945'te demokrasiye koşut özerk bir üniversiteler kanunu tasarlayan Alman hukukçu Profesör Eric Hirsch özetle, akademik özerkliği şöyle tanımlıyordu: "Devlet Üniversitesini kurar ve korur ama işine işlevine, yani programlarına ve yönetimine karışmaz. Yalnızca kamu kaynaklarının yerinde kullanılmasını denetler. Özerklik, devlet içinde devlet olmak ayrıcalığı da değildir."
YÖK, 12 Eylül'de bu özerkliğe son verdi. YÖK'ün kurucuları, özerk üniversite taleplerine, "Biz özerkiz," derlerdi. AKP yönetimi halen bu anlayışı sürdürüyor.
4 mevsimin yıkıldığı cennet, Yugoslavya hakkında bilmediklerimiz
Dr. Yüksel Hoş
Salı 28 Haziran 2022
Hep söyleriz; aynı anda 4 mevsimin görüldüğü ülkeyiz diye. Aslında bir ülke daha vardı böyle. Adı Yugoslavya'ydı.
Batısında Alplerden, güneyinde Akdeniz kıyılarına, kuzeyde Orta Avrupa ile Tuna Nehri'ne, oradan da Türkiye sınırına
Erhan hoca'yı uzun zamandır takip ediyorum. Çalıştığım şirketin vakfıyla beraber 2016 yılından beri YetGen programını yürütüyor zaten. Birkaç kez şirkette karşılaşma fırsatımız da olmuştu. Yurtdışındaki 20 yıllık deneyimiyle Türkiye'de kendince bir şeylerin mücadelesini veriyor. Ve bu mücadelenin çok değerli olduğuna inanıyorum. Bu